Kaçkar by UTMB
- Koral Bayraktar
- 2 Eki
- 8 dakikada okunur

Beni etkileyen olaylarla ilgili yazıları biraz sindirip yazma taraftarıyım, bu hem o anda yaşadığım vıcık vıcık duygu durumunu (Çağhan Irmak filmleri gibi) elimine etmemi, hem daha objektif yaklaşmamı, hem de benzer olaylarla daha soğukkanlı bir şekilde karşılaştırma imkanı sağlıyor.
Aylar öncesinden kaydolduğumuz ve UTMB organizasyonu dahilinde gerçekleşen ülkemizdeki ilk organizasyon, çoğu kişinin UTMB kurasına girebilmek için elde etmek zorunda olduğu ‘running stone’ için büyük bir fırsat oldu. Aksi halde yurt dışında UTMB organizasyonu kovalayıp vize peşinde koşuyor, evrak kovalıyor falan derken olayın özü olan ‘koşmak’tan uzaklaşıyordunuz.
Bilmeyenler için ufak kısa bir açıklama: UTMB dediğimiz şey artık bir nevi ultra maraton haccı. Iron Man tarafından satın alındıktan sonra daha kar odaklı, materyalist ve belki de yapay bir anlayışa bürünse de hala büyük sponsorlarca desteklenen, reklamı oldukça
yapılan, beslenen ve yarış zamanı tüm gözlerin üzerine çevrildiği bir organizasyon. Burada koşmak için her sene belirlenen bir gün kuraya katılıyorsunuz ve elinizdeki ‘running stone’ yani taş ne kadar fazlaysa şansınız o kadar artıyor. Bu taşları yine UTMB destekli organizasyonlara girip edinebiliyorsunuz. Nasıl güzel tezgah di mi?



Bundan sonrası sadece organizasyonda edindiğim tecrübeler, parkur atmosferi ve süreçte yaşadıklarımızla ilgili.
Yarış üç etaptan oluşuyor: 20k, 50k ve 100k şeklinde. Kilometreler bu şekilde olmak zorunda değil, bunlar UTMB standartları. Mesela 44 km ve 3000+ irtifa 50k kategorisindeyken 49 km ve 2600+ irtifa da 50k kategorisinde.
Yarış tarihi birçok kişi tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Çünkü eylül ayında Kaçkar, yağış, fırtına ve kar demekti. Nitekim birkaç gün önce çıkan aşırı yağış ve soğuk yüksek kesimlerde kar, daha alçak kesimlerde de sel baskını ve tahribatla sonuçlanmıştı. Ayder’e giden yollar yıkılmış, dere yatağına her sene ısrarla konulan bungalovlar uçmuş ve organizasyonu riske atmıştı. Normal şartlar altında lokal bir yarış olsa kimsenin tınmayacağı bu olay bölge için uluslararası ciddi bir reklam yatırımı da olduğu için inanılmaz bir hızla onarıldı.

Sonra dakika başı sosyal medyadan hem dezenformasyon yapan, hem takipçi kasmak için kara haber satan hesaplara maruz kaldık. Gerçek olan, biz şehirlilere göre evet ciddi bir hava olayı yaşanıyordu ama yerel halk için ‘e ne var bunda’ tadındaydı. Yine de hafife almak ahmaklık olabilirdi. UTMB işini şansa bırakmadı ve çığ tehlikesini öne sürerek bir gün önce 100k parkurunu iptal edip 50k parkurunun rotasında dramatik bir değişikliğe gitti. 100k koşucularına bu yarışta 50k’ya katılıp sonraki sene de indirimli UTMB teklifi sunuldu. Kimisi çekildi, kimisi katıldı.
Beni aslında bunlar rahatsız etmedi, neticede ben elit bir koşucu değilim ve bir yarış için hayatımdan feragat etmek istemiyorum. Ancak zorunlu malzemelerin de saat başı değişmesi bence pek kabul edilebilir bir şey değil. Zira oraya önceden varmış olan ve malzemesini tamamlamış kişiler belirtilen ürünleri elde edemeyebilir. Bence bu malzemelerle ilgili baştan şu şekilde bir uyarıda bulunulması daha hoş olurdu: Hava şartlarının kötü gitmesi durumunda sizlerden ekstra olarak şu malzemeleri edinmenizi isteyebiliriz. Sonuç olarak zorunlu malzemeler döndü dolaştı ve tekrar en baştaki haline geldi, böylece büyük bir stres kalktı insanların üzerinden.


50k rotasında Kavrun yaylası ve göller mevkisinin çıkarılması beni çok üzmüştü ama yarışın 30. Km’sinde organizatörlere minnet ettiğimi söyleyebilirim, sebeplerini birazdan anlatacağım.
Yarıştan önceki gün zorunlu malzemelerimizi ayarlayıp kontrolden geçiyoruz. Yarış hediyesi olarak boş bir çanta ve yarışta kullanmak üzere ayakkabı süngerine benzeyen nispeten ağır ve hacimli bir gps cihazı ile (linç etmeyin tamam, güvenlik için) otele uğurlanıyoruz. Yarış günü hava sıcaklığı 7 ile 0 arasında olacak, şiddetli bir rüzgar ve yağış beklenmese de yağmur ‘olacak’. Ekipmanımı ona göre hazırlıyor ve şu kombini yapıyorum (toplama bilgisayar gibi yazacağım): Altıma normal şort, üstüme yazlık tişört, her zaman kullandığım koşu çoraplarından biri ve baldırlara ekstra kompres, kafaya bir buff. Ayakkabı gore-tex asla kullanmıyorum çünkü giren su çıkmıyor L. Üstüme 15-18 schmer hafif koşu yağmurluğu, tüm yarışı keyifle çıkarmamı sağladı. Salomon lastik belt (arkada batonları taşıyorum, öndeki fermuara da telefonu kilitli poşete atıp taşıyorum, bir de üzerine göğüs numarasını asıyorum), 10 lt trail çantasına 5 jel, birkaç tuz hapı ve izotonik tablet. Kilitli poşetler içerisine iki ekstra buff (ikisini de değiştirdim), bir çift yedek çorap (Ceymakçur cp’de değiştim), ne olur ne olmaz diye koyduğum ve asla giymediğim içi polarlı ara katman, su geçirmez eldiven, su geçirmez 10 schmer alt, uzun kollu termal içlik, yara bandı, elastik bant, bandaj, çakı vb… Önceki yarışlarda yaşadığım son dakika tercihi rezaletlerinden ötürü ekipmanı bir gün önce kafada bitiriyorum.


Sabah kalkıp yarış alanına geçiyoruz, hava soğuk ama ısırmıyor, tüm yarış boyunca hafif yağış ve sis de bizlere eşlik ediyor olacak. Açılış seramonisi yerel kıyafetli kadın analar ve tulum çalan bir amca eşliğinde yapılıyor, ben ikna oldum Kaçkar’da olduğuma. Yarışın ilk 4 km’si Ayder etrafında bir tur atarak başlıyor. Tırmanmadan önce ufak ufak ısınarak başlayacağız diye çok mutlu oluyoruz ama kazın ayağının öyle olmadığını single parkura girince görüyoruz. Jilet gibi kaygan toprak zemin insanları domino taşı gibi devirmeye başlıyor. Düşmeyenlere asılıp aşağılara çeken mi, batonun sivri ucunu size saplamak isteyen mi dersiniz artık hepsi var, dolayısıyla insanlara çamurdan daha çok dikkat etmek zorunda kalıyorsunuz, öyle ceylan gibi sekip sağınızdan solunuzdan uçanlar da görüyorsunuz ama çok da profesyonel olmadıklarını az ileride yerde üst baş temizlerken görünce anlıyorsunuz. Ben üç defa düştüm, birinde sağ el bileğim burkuldu ancak yarışta pek hissetmedim, yarış sonrası biraz rahatsız etse de iki üç güne toparladı.

Bu parkuru yeşillik bir alandan aşağı inerek bitiriyor ve ilk dik çıkış olan Huser yaylası etabına başlıyoruz. Yaklaşık 7 km ve 1000 metre irtifa var. Burada tehlike yok denilebilir, Aydos’ta düzenli irtifa antremanı yapan biri için çok da zorlayacak bir yer değil. İnsanları geçmek için zaman zaman boşluklar oluyor ancak yine de en arkalara kalmamanız lazım yoksa ciddi bir kuyruk oluyor. Artık batonları bir daha kapatmamak üzere açıyor ve burayı sabit bir hızda çok gaza gelmeden nispeten hızlı adımlarla tırmanıyoruz.

Huser yaylasında da bir loop atacağız, bu etabın 1,5 km’si bölünmüş yol, loopu bitirip dönenlerle burada yolumuz kesişiyor. Tabii ki karşıdan gelen azmançolar kafaya oynayanlar. Burada zirveye çıkınca ilk istasyonda hızla suyumuzu tazeleyip iki kraker kıtkıtlıyoruz, tulum çalan amcaya ‘naaabıyonuz ya burada’ bakışı atıp, yolumuza devam ediyoruz. 11 km geride kaldı.

Buradan sonra ortalama 13 km çoğu iniş profilinde bir parkurumuz olacak. Bunun yarısı dağ eteklerinden şelalelerin de arasından geçiyor. Çoğunlukla koşulabilir olsa da daralan yerlerde sağ tarafın uçurum olduğunu hesaba katarsak ben yürümeyi tercih ediyorum. Kimi yerde duvarlarda ip var, tutmayacak kadar özgüvenli ve maharetli değilim, tutunca da hiçbir şey olmaz nasılsa diyip öylece asılıp gitmiyorum. Dozunda bir korkak olduğumu düşünüyorum. Bu etaptan sonra ikinci istasyonumuz olan Peryatak’a ulaşıyoruz. Aşırı dikkatli inmeye çalışmak tırmanmaktan bana daha zor ve hırpalayıcı geliyor. Burada tuz hapımı ceplerimde bulamıyorum vs derken 10-15 dk arası bir zaman harcıyorum. Sonrasında aşağıya doğru çoğu beton ve toprak olan yola geçip dümdüz koşuyoruz.

Şimdi yukarıya tırmanış başlayacak, buranın 4 km’si Galer mevkiine kadar çoğu asfalt ve az bir kısmı kilitli taş ve stabilize yol. Yükselti ve eğim profiline önceden çalıştığım için tempomu bozmadan hızlı adımlarla yürüyorum. Havanın soğuk olması olumlu motive ediyor çünkü ısınmayı da tempoyla dengeliyorum. Sıcak bir havada burada yürümek ne kadar keyifli olurdu zaten bilemiyorum. Galer düzüne kadar coğrafya ne kadar güzel olsa da sis de bastığı için biraz sıkılıyorum ve yanımda benim tempomda giden Rus arkadaşı bazen koşar gibi yapıp gaza getiriyorum, az ileride kendisi nefes nefese kalınca yürüyüp yine yanından geçiyorum, dilerim beni güzel anar. Galer düzünde sol tarafta üç tane keçi görüyorum, ikisi beyaz biri kahverengili ve değişik bir fenotipte, bu çoğu koşucunun ilgisini çekmiş, dilerim bunu okuyup bilen birileri benimle ne keçisi olduğunu paylaşır. Üçüncü istasyon olan Galer’de yine 3-5 dakika harcayıp depolarımızı doldurup yola devam ediyoruz. Hedefimiz Ceymakçur…





Evet benim için yarışın seyrini değiştiren, mental ve fiziksel anlamda zorlayan kısma geldik. Burada bir vadi içinden yaklaşık beş km boyunca ince ince tırmanıyorsunuz. Özellikle son iki kilometresi kayalık, bataklık, çamur ve sulak arazi olduğu için havanın da soğumasıyla beraber fiziksel anlamda oldukça hırpalıyor. Burada beni inciten nokta vadinin öteki tarafındaki bayrakları ve insanları görüp istasyona az kaldığını düşünmek oldu. Buraya kısa süre sonra varıp biraz enerji depolayacağım hayali kurarken gözlerimi ileriye diktiğimde önce aşmam gereken dik bir tepe gördüm, burayı da aşınca yolun epey ilerisinde insanlar hala devam etmekteydi. Peki ben ne zaman vadinin ötekini tarafına geçecektim sayın okur ?! Elimi uzatsam ulaşabileceğim istasyona motivasyon kaybı, soğuk hava, buz gibi suya girmekten başka çarem olmadığı için sırılsıklam olan ayaklar ile ortalama 45 dakikada ulaştım. Bir ara dibimde Suud bir arkadaş fantezi arabesk dinliyordu telefonu bağırta bağırta, uyardım ve güzel karşılık aldım, sessizlik (veya bir akarsuyun sesi) beni daha çok motive ediyor.

Yukarı Ceymakçur’da dördüncü istasyona giriş yapıyoruz. Burası aynı zamanda iki katlı ahşap bir otel, gücüm hiç yok, enerjim çok düştü. Sıcak dinlenebileceğim bir yer var mı diye soruyorum ve beni üst kata yönlendiriyorlar. İçeriye girdiğimde geniş bir alanda AFAD ve Jandarma ekipleri çıt çıkarmadan kütüphane sessizliğinde oturuyorlar. Sobaya yakın geçip yağmurluğumu ve çantamı indiriyorum. Ayakkabıları ve çorapları da çıkarıp sürekli su toplayan sol ayağımdaki parmaklarıma sardığım bantların bambaşka yerlerde olduklarını görüyorum ancak parmaklarımın durumu iyi. Çantaya attığım yedek flasterleri kuruttuğum parmaklarıma iki kat doluyor ve üstüne her ne kadar tekrar ıslak ayakkabılarımı giyecek olsam da kilitli poşette sakladığım yedek kuru çoraplarımı giyiyorum. Yolun bundan sonrasını koşacağım düşüncesiyle ne termal içliğe ne de orta katmana dokunmuyor ve çantaya geri tepiyorum. Bir 10-15 dakika daha dinlenip ısındıktan sonra kuruttuğum yağmurluğu tekrar giyip dışarıya çıkıyor ve enerji toplamaya başlıyorum. Tuzlu haşlanmış patates, mercimek çorbası ve kahve tercih ediyorum. Bu istasyonda ortalama bir otuz dakika geçirdikten sonra kendimi iyi hissettiğime emin olup tekrar yola çıkıyorum.


Ufak olduğunu düşündüğümüz bir irtifadan sonra iniş başlayacak, artık çok motiveyim. Vadinin öteki tarafındayım, beni görüp birazdan aynı yere ulaşacaklarını düşünen arkadaşlar adına üzülüyorum. Yaklaşık üç kilometre sis de olsa vadinin, manzarının tadını çıkararak hızlı adımlarla, zaman zaman da koşarak iniyorum. Çok kayalık olduğu için adımlarıma dikkat ediyorum. Aşağı Ceymakçur’a geldik, artık minik bir çıkışımız olacak… Ahşap ve taş köy evleri arasındaki merdivenlerden geçirilen parkurdan yukarıya doğru çıkmaya başlıyoruz derken acı gerçekle karşılaşıyoruz. Düz duvara tırmandıran kaygan zeminli çıkışlar, bir tarafı uçurum olan eğimli single parkur zemin, beş adet şelale önü geçişi (ip mip yok) derken topografyadaki o minik detayın ne kadar da önemli olduğunu tecrübe etmiş oluyoruz. Burayı yaklaşık on kişi gıkımızı çıkarmadan birbirimize destek ola ola, önümüzü arkamızı kollayarak gidiyoruz. Kimse birbirini ne geçmeye çalışıyor ne de yol verenin önüne geçmek istiyor. İstemsizce bağrıyorum: Hani bitmişti lan !!

Yokuşu bitirirken tek motivasyonum iniş başlar başlamaz koşacak olmaktı. Buradan sonra çok anlatacağım bir şey yok ama şunu ilave edebilirim, bu kadar bitap düşer gibi olmama rağmen kendimi zihinsel ve fiziksel anlamda koşmak için oldukça iyi hissediyorum. Yaklaşık 10 km neredeyse hiç durmadan yokuş aşağı koşuyorum. Aradaki tek istasyon olan Galer’de sularımı tazeleyip, ağzıma kraker atıp hızla devam ediyorum ve saatteki estimated time o nalçak tırmanışı bitirip tempoyu arttırdıkça birer dakika geri gelerek 16:00’dan 15:35’e geliyor ve yarışı hedef sürem olan on saatin bir buçuk saat gerisinde tamamlamanın mutluluğunu yaşıyorum. En büyük mutluluk parkuru sağlıklı bitirmek ve parkurda koşarken keyif almak. Artık daha çok doğrulanmış veriyle başlayıp keyifli bitiriyor olsam da yeni tecrübelerimle sonraki ultraları iple çekiyorum. Yine de şairin dediklerini unutmamak lazım tabi:
Ultramaratonda bahaneler çok olur,
Yokuşları yürü yürü çık yarim.
Krampların sebebi tuz eksikliğidir,
Yine de kompres çorabını giy yarim.
Heyecanımıza ortak olan herkese sevgiler…

Bazı ufak notlar eklemek istedim, Marvel filmleri sonunda çıkan after credits scene gibi olsun heheh:
-Yarış öncesi hava şartlarının olumsuz olduğunu görüp gruplarda devamlı pesimizm pompalayan arkadaşlardan uzak durup koşamayacak olsam bile yaylanın, doğanın tadını çıkarmaya odaklandım.
-Ayder’in bu kadar kalabalığı kaldırabileceğine şüpheyle bakıyordum, hiç öyle ıkış tıkış bir yer olmadı. Bas bas bağıran enerji dolu arkadaşlarla mesafeli olabildik.
-Çok erken ve dinlenik uyandık, havasından suyundan olsa gerek dedik.
-Otoban sayılabilecek yerlerde 50 metrede bir adam dikilmişken, uçurum kenarlarında bekleyen kimse yoktu.
-Finisher yeleği UTMB’ye yakışmamış.
-30 Euro’ya ortalama fotoğraflar bizim yerel organizasyonlardaki bedavalarla asla boy ölçüşemez.
-Yarış bitince soğuk mercimek çorbası ve makarna…
-Katlanır kase ve plastik çatal/kaşık taşıdık, hiçbir yerde kullanmadık.
-B planı baştan çok iyi çalışılmış, yeni parkurda emeği geçenlere ne kadar minnet etsek az.
-Yarışı sadece 20-30 kişi bitiremedi, böylesine zor bir parkur için muhteşem bir oran.
-Telefonumu kilitli poşetten hiç çıkarmadım, hem telefonu korumak hem de anını tadını çıkarmak için. Yine de keşke fotoğraf alsaydım dediğim yerler oldu ama asla pişman değilim.
-Seneye orijinal rotayı iple çekiyoruz…

Koral'im bize göre çok hızlıydın, maşallah... Yazıdan anladığım parkurun tadını da alıp koşmuşsun. Yine gidelim yine koşalım... Yarışın kiti ve ödülünün kalitesi, hakikaten ülkemizde diğer yarışlarda verilenin çok gerisinde kaldı. Zorunlu malzemelerdeki bazı unsurlar da çok zorlamaydı. Tabak ne yahu... Sevgiler...