Uludağ Ultra Trail
- Koral Bayraktar
- 26 Tem
- 6 dakikada okunur
If You Want To Run, Run A Mile. If You Want To Experience A Different Life, Run A Marathon. If You Want To Talk To God, Run An Ultra. – Dean Karnazes

Normalde yaşadığınız bir kaosu sizden anlatmanızı isteseler başta sırasını karıştırır, önce en heyecanlı ve aklınıza kazınan yeri anlatıp sonra önü, arkası düşünmeden dümdüz gidersiniz. Zaman geçtikçe bu kaos anı aklınızda artık bir zaman düzlemine oturur ve olay örgüsünü sadeleştirip bir tabloya oturtabilir, insanlara onların da anlayabileceği dilden anlatabilirsiniz.
Benim de ikinci ultramaraton mesafem olan Uludağ 66k ile ilgili yazımı sonraya saklamamın sebebi işte tam olarak budur. Yoksa sizlere şöyle anlatacaktım: Koştum, orman, dik, inişler, çıkışlar, çok dik, koşamadım, yürüdüm, çok dik, süründüm, su, yemek, acayip dik… Biraz sindirdikten sonra işte şimdi anlatma vakti.
Öncelikle yarıştan bir gün önce Uludağ’da çadırda konaklayarak kalmaya karar verdim. Sebebi hem hızlıca yarış alanına varabilmek, hem de yarıştan sonra hızlıca yatabilmekti (sanırım yarışa dair planlayıp yapabildiğim tek şey bu oldu). Yarışın yüksek irtifada başlamasından ötürü birkaç gün önce kalmanız performansınızı olumlu etkilese de benim gibi sürüngenler için bu çok önemli bir detay değil. Kitimi teslim alıp arkadaşlarla obamızı kurduktan sonra kekimizi, böreğimizi yedik, çayımızı içtik ve saat 23.00 gibi yatış pozisyonunu aldık. Yatış pozisyonum ile uyumam arasında yaklaşık 4 saat gibi bir kaybım oldu. Uyuduğumda saat 03:00’tü. Alarmı 05:00’e kurduğum için de 2 saat uyumuş oldum, çünkü yarış 06:00’da start alacaktı. Bu az uyku sorunsalını çadırda kalan çoğu arkadaşımız yaşamış, sebebini tam olarak ben de bilemedim, belki de şehir piremsesleriyiz…

Sabah kalktıktan sonra hızla yemek olayını çözdüm, çok yemeyecektim, Kapadokya 63k’da düştüğüm hataya düşmeyecek, sindirimi basit şeylerden az atıştırıp istasyonlarda minik minik ağzıma lokmalar atacaktım. Güzel başladı, yulaf, yoğurt, muz, badem… Ancak bir sorun oldu ki tuvalete çıkamadım ve bunlar bir yerlerde birikti.
Şimdi uykusuzluk ve sindirim sorunsalımız cepte dursun… Her yarış öncesi yaptığım ve asla aşamadığım ‘hazırlanamama’ sorunum ile start alanına her zamanki gibi geri sayım yapılırken girdim. En büyük hatamı da artık bu yarışla aklıma mıh gibi kazımış oldum: Yarıştan önceki gün ‘yaa sabah bakarız, duruma göre birini seçeriz’ demek. Yarış günü seçenekler arasında kalmamanız lazım, hele benim gibi kararsız bir atomsanız kesinlikle ve kesinlikle bir gün önce ekipmanınızı ‘işte budur’ diye bitirmeniz lazım. Nitekim kesinlikle unutmayayım diye bu sefer iki kutu aldığım yara bandını ve batonları taşırken su toplamasın diye getirdiğim eldivenleri geride bıraktım o koşturmacadan.
Start verildi. Ekipmanıma ufakça değinmek istiyorum: Güneş gözlüğü çantamda, ormana hızlı giriyoruz ve sabah çok erken, uzunca bir süre çam ağaçlarının altında gölgeler arasında ilerleyeceğiz, benim gibi numaralıysanız özel gözlüklerden kullanmıyor ve lens takmıyorsanız iki gözlük taşımak zorundasınız. Dolayısıyla önümü görmek için normal gözlükler ile başlıyorum. Baton taşımak için Salomon Pulse Bel kullandım, bir tık sıktı ama daha sonra yarış ortalarında çıkardığımda bunun aslında kalçalarıma ve belime muazzam bir kompres yaparak beni rahatlattığını anladım. Ayakkabı tercihim antremanlarda son zamanlarda çok kullandım diye Asics Trabuco Max 3 oldu, işte bu en büyük hatalarımdan biriydi. Nitekim sol ayağım 7-8 defa bileğim üzerinde döndü, ayakkabı beni çok fazla içe ve dışa attı. Daha önce kullandığım geniş tabanlı güvenli ayakkabılardan (Brooks Caldera 6) buna geçiş kabus gibi oldu. Aydos dışında bir arazide test etmediğim için maalesef farkı tam olarak anlayamadım. Batonlarım her zamanki gibi Çinli kardeşlerimin yaptığı katlanır batonlardı. İkisini de yarışta açarken sağ ve sol baş parmaklarımı araya kıstırdım.

Evet hafifçe bir tırmanıştan sonra başlıyoruz inmeye. İlk 20 km 33k parkuru ile aynı rota (Zeyniler istasyonuna kadar). Bolca teknik bir iniş. Her ne kadar üçüncü defa bu rotadan gidiyor olsam da gittikçe daralan yollar, kaygan toprak zemin, taşlar falan derken iniş bir süre sonra kabusa dönmeye başlıyor. Yavaştan parmaklarım su topluyor, bileğim birkaç kere dönüyor, ve tempomu arttırabildiğim düz sayılabilecek yerlerde hiç beklemediğim bir şekilde sol diz altından bir acı saplanmaya başlıyor. İlk istasyonda oyalanmadan geçip ikinci istasyonda klasik ayak bakımı işlerine girişiyorum. Çözülmesi gereken diğer sorunsalım da bu. Parmakları baştan bantlasam olmayacak sorunsalı yarış ortasında 5-10 dakika ile ödüyor, üzerine soğuyorum. Rotanın bu kısmında yaşadığımız en ilginç deneyim 30 kişi civarı rotadan sapmamız oldu. 100k koşucularının bizden ayrıldığı noktaya koydukları görevliler ‘100k soldan 66k düz’ diye bağırıyorlardı. Meğersem 50 metre ileriden bizim de sağa girmemiz gerekiyormuş ancak işaretler yolun ters tarafından gelince görülüyor. Saatimize bakınca saptığımızı fark edip geri döndük, 1-2 km civarı bir kaybımız oldu, bizim için bir şey ifade etmese de önden kopup giden bir arkadaşın ‘artık kasamam, ben iskender yemeye gidiyorum’ diye Bursa’ya koşmaya devam ettiğini öğrendik yarış sonunda. Eşi de arabayla inmiş beraber İskender yemişler, ben çiftimizi kutluyorum.
Zeyniler/Cumalıkızık arası şahane bir rota. Bol iniş çıkışlı, asla tekdüze değil. Başta dolanarak vadiye iniyor, sonra gürül gürül akan bir suyun üzerindeki köprüden vadinin öteki tarafına geçiyor, sonra da biraz irtifa kazanıp yine hafif bir eğimle aşağıya doğru salıyor ve Cumalıkızık’a varıyorsunuz. Koşması, izlemesi, dinlemesi, her dakikası oldukça keyifli. Cumalıkızık’ta yorulduğumu anlıyorum, az bir şeyler atıştırıp, dinlenip suyumu tazeleyip Saitabat’a doğru yola çıkıyorum…
Yolun bundan sonraki kısmında artık tırmanışlarımız başlıyor. Yani Saitabat istasyonu yarışı bırakmak için son çıkışlardan biri çünkü ilk ciddi irtifanızı bu rotada alıyorsunuz, bunun gibi iki tane daha çıkış yaşayacağınızı ve ağaçların kaybolup açıkta güneşin alnında kalacağınızı düşününce motivasyonunuz yıkılabilir. Öte yandan susuz kalmanız pek mümkün değil, rota üzerinde kaynak suyu, köyde su veren teyzeler falan derken muhteşem keyifli geçiyor. Bu rota susuz kalan sokak hayvanları için de inanılmaz bir empati rotası. Artık daha da dikkatli olacağım.

Ben çıkışların başlamasına seviniyorum çünkü oramın buramın alarm vermesinden koşacak takatim kalmadığı için batonlarım ve minik adımlarıma fıtı fıtı gitmeye razıyım. Saitabat’a gidiş biraz tatsız, bir kısmı zaten asfalt yollardan, yerleşim bölgelerinden gidiyor. Rakım düştüğü için ve saat de öğleni bulduğu için sıcaklık inanılmaz artıyor. Bir anda o güzelim ormandan bambaşka bir rotaya çıkıyorsunuz. Kendinizi tam ormana attım diye sevinirken de dimdik bir çıkışla irtifa kazanıyorsunuz. Aslında çok güzel bir yer ama o an keşke gezmek için gelseydim diyorsunuz. Böyle böyle Saitabat’a varıyoruz.
Şimdi bu istasyondan itibaren 18 km boyunca eğimi sabit, genişçe bir orman yolu üzerinden küçük zirveye ulaşacağız. İyice beslenmek istiyorum çünkü enerjim düştü, her ne kadar elektrolit ve tuz alsam da öğlen sıcağını yediğim için biraz halsiz düştüm. İki bardak mercimek çorbası, bir dilim karpuz, bir de haşlanmış patates yiyerek zaten tuvalete çıkamadığım için şölen veren bağırsaklarıma ‘al sana’ diyorum. Yola çıkınca anlıyorum ki o patatesi yemeyecektim. 6 km sonraki istasyon olan Çoban Mevki’ne kadar kan, ter, gözyaşı içinde ilerliyorum. O kadar tırmanmama rağmen ağzıma bir damla su koyamıyorum çünkü kaldırabilecek kapasitede değilim. O da ne… Yalnız değilim, bir kadın istifra ediyor, kendisiyle biraz konuşup çıkmaya devam ediyorum. Çoban Mevki’ne vardığımda oturup soluklanıyorum tekrar, su içmem lazım artık öyle veya böyle… Burada yarışı bırakan biri var, güçten oldukça düşmüş olduğunu ve iyi hissetmediğini söylüyor, bence büyük irade. Az evvel istifra eden arkadaş geliyor (adını söyleyeyim de artık böyle anmayalım: Derya), buradan itibaren yola beraber devam ediyoruz. Küçük Zirve’den ilk dik yokuşu inene kadar beraberiz. Kendisi ilk 30k’yı fişek gibi bitirdikten sonra enerjinin korunumu kanununun kurbanı olmuş. İleride 66k’ya bir daha katılmak istediğini söylüyor, tebrikler… Ben de kaydolduğum diğer ultrayı (Kaçkar 50k) nasıl iptal ederim diye düşünüyordum.
Yolun bu kısmı bizler için şanslı geçiyor. Bulutlar güneşi kapatıyor, rüzgar püfür püfür esmeye başlıyor, çeşmelerden buz gibi sularımızı doldurup, kafamıza su döküp devam ediyoruz. Koşuyu falan bırakıp trekking modunda takılıyoruz, tek hedefimiz yarışı cut off’tan önce (15 saat) sağlıkla bitirebilmek. Neyse zirveden sonra 6 km iniş var diye kendimizi avutuyoruz… Evet inişe dair en ufak fikrimiz yok…
Tüm bu yolda beni en çok zorlayan şey ne güneş, ne yokuş, ne susuzluk, ne sindirim problemlerim ne de başka bir şeydi: Sinekler… Tüm o sükunetin, kendimle başbaşa kalıp içsel dünyamda yolculuğa çıktığım o anları iğrenç sesleriyle bozan, kalın kompres çorabımın üzerinden beri derime ulaşıp et koparan o pislik haşereler… Hamam böceğinin bile bir karakteri var ama bu iğrenç yaratıkların yok. O rakımda sizin işiniz ne, defolup gidip bir sürüngene yem olsanıza siz… İşte sırf bu kımıl zararlısı canlılar için yanımda taşıdığım sinek ilacını (doğal özlü efenim) her yerime birkaç defa boca ediyorum. İşe yarıyor ancak terden etkisi geçince tekrar sıkmak gerekiyor, dolayısıyla sinek ilacını çantanın hızlı ulaşabildiğim ön gözünde jellerin arasında saklıyorum.
Küçük zirveye gelene kadar yolda görevlilerin ‘az kaldı birazdan çıkış bitiyor’ yalanlarıyla birkaç kilometre daha gittikten sonra küçük zirveye ulaşıyoruz, şimdi sırada iniş var. Bir kayalık görüyoruz ancak ilerlememize rağmen hala inişe dair bir iz bulamıyoruz, sanki oradan aşağı atlayacağız da yarış öyle bitecekmiş gibi. Dimdik teknik bir inişle karşılaşıyoruz, ben önden inmeye başlarken Derya’nın bacaklarının pek tutmadığını fark ediyorum, frenler pert, ilk teknik inişte kendisine yardımcı olup düzlüğe varınca görevliye böyle başka bir iniş olup olmadığını soruyorum. ‘En kötüsü buydu’ diyince zamansal problemlerden ötürü Derya’yı arkada bırakıp finişe koşturmak zorunda kalıyorum yalnız 2-3 km sonra az evvel indiğimizin 2-3 katı uzunlukta teknik bir iniş görünce ‘Derya beni affet’ diye içimden geçirip ufak ufak inmeye başlıyorum. İniş bitince aslında koşmaya mecalim kalmıyor ama artık yarışın son düzlüğü olduğu için gurur yapıp koşarak finişe gidiyorum. Güneşin batışıyla beraber cut-off’a yarım saat kala yarışı bitiriyorum (merak eden varsa Derya da 7 dk kala bitiriyor). Kamp alanında duş alır yatarım gibi hayallerle girdiğim yarışı çadırdaki şişme yatağıma sümük gibi yapışıp uyuyarak sonlandırıyorum.

Birinciliği sadece 7 saat ile kaçırıp, 14 saat 25 dakika ile yarışı tamamlıyorum. 164 kişinin katıldığı parkurda 132 kişi finişten geçerken ben 125. oluyorum. Amacımın sadece sağlıkla tamamlamak olduğu bu parkurda istediğim sonuca ulaşmış oluyorum.
Dean Karnazes gibi olmasa da yazıyı bu ultramaratonun bende bıraktığı izleri kelimelere döktüğüm bir sözle noktalıyorum:
Ultramaraton bana iki şeyi çok güzel öğretti: birincisi kendime çok güvenmemeyi, ikincisi ise kendimi küçümsememeyi…
Yorumlar